• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/fenatik01/

Bilgilenelim

Şaşırtıcı Deniz Sümüğü Yarı-bitki, Yarı Hayvan


Kısmen hayvan ve kısmen bitkisel  olan bu yeşil salyangoz, kendi klorofilini üretiyor ve böylece fotosentez gerçekleştirebiliyor, güneş ışığını enerjiye çeviriyor.

Vücutlarında bulunan klorofil doğuştan değil. Yaşamları boyunca bitki yiyerek klorofilleri vücutlarında biriktiriyorlar. Daha çok alglerin içindeki özsuyu emerek besleniyorlar. Bu yüzden onlara “özsu emici deniz sümüklü böceği” de deniyor.

Bu bilim dünyasında kesinlikle sıra dışı bir yetenek olarak kabul görüyor. Bir yıla kadar beslenmeden sadece fotosentezle yaşamlarını sürdürebiliyorlar. Böylece yiyecek bulma işine harcayacakları enerjiyle başka şeyler yapabiliyorlar.

Bütün bunlara rağmen bu böcekler kesinlikle hayvan sınıfına giriyor. Sonuçta kloroplasta sahip bir genle doğmuyorlar.


Kaynak : https://www.livescience.com/6030-surprising-sea-slug-plant-animal.html



Bir bireyin farklı hücrelerinden alınan DNA'ları farklı olabilir mi?


İlginç Bir Genetik Vaka: Kimerizm

İki sperm tarafından ayrı ayrı döllenmiş iki ayrı yumurtanın gelişmesi ile oluşan iki embriyonun (çift yumurta ikizi kardeşlerin), gelişmenin erken döneminde birleşerek tek bir canlı olarak doğması durumunu tanımlayan kimerizm sözcüğünün kökeni, Yunan mitolojisinde Likya’da terör estiren, aslan başlı, keçi gövdeli, şeytan kuyruklu, ağzından ateş saçan “chimera” adlı bir canavara dayanır.

Canlıda döllenme, kan transfüzyonları, kök hücre transplantasyonu, organ transplantasyonu gibi durumlarla edinsel kimerizm ortaya çıkabilir ve geçici ya da kalıcı kimeraların oluşmasına sebep olabilir. İnsanlarda en yaygın görülen kimerizm şekli, çift yumurta ikizi gebeliğiyle meydana gelir. Peki, bu olay nasıl gerçekleşir?

İki embriyodan birinin gebeliğin çok erken evresinde ölmesiyle, bazı hücreleri diğer ikizinin hücreleri ile birleşir ve sonuçta kendi DNA’sının yanında doğmayan ikizinin DNA’larını da taşıyan kimerik bir birey meydana gelir. Embriyo büyüdükçe, iki ayrı embriyodan gelen farklı hücre grupları farklı organların oluşumunda yer almaya başlayabilir. Kimerik bir bireyin karaciğeri kendisine ait hücre grubundan, böbreği ise ikizine ait hücre grubundan köken almış olabilir. Bu durumda, doğal olarak bu iki organın genetik yapıları birbirinden farklı olacaktır. Hatta kimerik doğan dişi bir bireyde, sağ yumurtalığının kendisine, sol yumurtalığının ise dünyaya gelmeyen ikizine ait olma olasılığı vardır. Bu durumda, kadının dünyaya getirdiği bebek, doğmayan ikizinin DNA’sını taşıyor olacaktır (teyzesinin veya dayısının).

Kimerik bir kişiyle ilgili görülen davada, yanlış bir beraat kararı verilebileceği gibi, suçsuz birinin suçlu olarak ceza alması da mümkün olabilir. 2002’de bununla ilgili ilginç bir olay gerçekleşti.

           chimera-300x0

Çocuklarına bakamadığı gerekçesiyle devlet yardımına başvuran Lydia Fairchild, eşi ve çocukları, verdikleri kanın analizi sonucu ilginç bir durumla karşı karşıya kaldılar. Çıkan sonuçta kadının eşi, çocukların babası ancak kendisi iki çocuğunun annesi değildi. Sonuçlara itiraz edilmesi üzerine testler yenilendi fakat yine de sonuç değişmedi. Üstelik anne “çocuk kaçırma” suçlamaları ile karşı karşıya kaldı. Bu gelişmeler yaşanırken üçüncü çocuğunu doğuran anneden ve yeni doğan bebeğinden kan alınarak DNA analizi yapılmış fakat test sonuçları, bebeğin diğer iki çocuk ile kardeş olduğunu, babanın kendi babası olduğunu, Lydia’nın ise annesi olmadığını ortaya koydu. Kadın, ikinci bir suçlama olarak “yasal olmayan yollarla rahim kiralayarak gelir elde etmek” suçlamasına maruz kaldı. Savcılık her üç çocuğun da anneden alınarak sosyal hizmet kurumuna yerleştirilmesini talep etti. Avukatın bu durumu bir genetik uzmanı ile tartışması üzerine, kadının yeryüzünde bilinen az sayıda kimerik insandan biri olduğu, yani tek bedende birden fazla tipte DNA profiline sahip olduğu anlaşıldı. Sonuçlara itiraz eden avukat, testlerin yenilenmesi istemi ile tekrar mahkemeye başvurdu ve kadının incelenebilecek tüm dokularında DNA analizi yapıldı. Sonuçta Lydia’nın cilt, saç, kan ve yanak içi hücrelerinin DNA’sı çocukların annesi olamayacağını gösteriyorken rahim içinden alınan hücrelerle her üç çocuğun da annesi olduğu kanıtlandı. Nihayet Lydia’nın duruşmalarla geçen kabusu dolu yılları böylece sona erdi ve çocuklarına devlet yardımı bağlandı.

 Kaynak için tıklayınız.  


DNA’nın görünmez kahramanı: Rosalind Elsie Franklin

Kısa yaşamına büyük başarılar sığdıran, DNA’nın keşfinde en önemli paya sahip olan fakat bu başarının gölgesinde kalan, bilim dünyasının büyük tartışmalarından birinin merkezinde bulunan başarılı bilim kadını Rosalind Elsie Franklin.

Rosalind Franklin; 25 Temmuz 1920’de Londra’da bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.

Franklin, İngiltere’de, çalışkanlığı ve bilgisiyle göz doldurduğu, kimya ve fizik dersleri veren kız okullarından biri olan St. Paul Kız Okulu'nda eğitim aldı.

Rosalind, 15 yaşına geldiğinde ne olacağını kesin olarak biliyordu; O bir bilim kadını olmak istiyordu. Fakat bu isteğine babası karşı çıkıyor ve okumasından ziyade, yardım kuruluşları için çalışan bir sosyal güvenlik uzmanı olmasını istiyordu.

Rosalind’in ısrarları sonucu, babası bu konudaki fikrini değiştirerek, 1938 yılında Cambridge’de bulunan Newnham Koleji’ne gitmesine izin verdi. Burada fiziksel kimya üzerine eğitim aldıktan sonra, 1941 yılında mezun oldu.

Franklin, mezuniyetinin ardından, 1942-1946 yılları arasında, İngiliz Kömür Değerlendirme Araştırma Birliği'nde (British Coal Utilization Research Association) çalıştı. Burada, doktora tezi olarak da çalıştığı kömürün gözenekli yapısı ve soğurma özellikleri üzerine araştırmalar yaptı. 1945 yılında, Cambridge Üniversitesi'nden doktora derecesini aldı.

Franklin, 1947 ile 1950 yılları arasında, Paris’te Jacques Mering ile birlikte, Devlet Kimya Hizmetleri Merkez Laboratuvarında (Laboratoire Central des Services Chimiques de l’Etat) X ışınları kristalografi yöntemi üzerinde çalıştı. Franklin burada, Mering’den öğrendiği teknikleri daha da geliştirerek, bu konuda uzmanlaştı. Yöntemi, kömürün grafite dönüştükten sonraki halinde atomların dizilişini belirlemede kullandı.

Laboratuvarda Franklin, kahve servisi yaparken çekilmiş bir fotoğraf. Mering’in laboratuvarında, kahve geleneksel olarak kroze kaplarda servis edilmekteydi.

Fransa’da kaldığı süreçte, Fransız kültürüne kolaylıkla adapte olmuştu. Bundan sonrasında, burada yaşama düşüncesi olmasına rağmen, 1951 yılında, tekrar İngiltere’ye dönerek, King's College’a bağlı biyofizik laboratuvarında araştırmacı olarak çalışmaya başladı. Bu laboratuvarda, John Randall’ın ekibinde çalışıyordu. Randall, Franklin’den DNA yapısı üzerinde çalışmasını istedi. Bunun üzerine Franklin, adını tüm dünyaya duyuracak buluşa imza atmasını sağlayacak çalışmalarına burada başladı. X ışınları kristalografisi konusunda tecrübeli olduğu için, bu teknikleri zaman kaybetmeden DNA üzerinde uygulamaya başladı. Franklin, King's College’da, meslektaşı Maurice Wilkins ile tanıştı. Wilkins de Franklin gibi DNA molekülünün x-ışını kristalografisi üzerine çalışmakta olan bir bilim insanıdır. Bu tanışmanın onları, tarih sahnesine taşıyacağından haberleri olmadan King's College’da çalışmalarına devam ettiler.

Wilkins ve Franklin, eş pozisyonlarda çalışan araştırmacılar olmalarına rağmen, dönemin İngiltere’sine hakim olan kadın erkek ayrımcılığı, burada da etkisini sürdürerek, Franklin’e sorunlar çıkarıyordu. Bu durum gitgide Wilkins ile aralarının açılmasına neden olmaktaydı ve yaşanan bu gerginliklerin boyutu tarihin akışını değiştiren olayın yaşanmasına varacaktı. DNA üzerine olan çalışmalar, ayrı araştırma gruplarında olan, Rosalind Franklin, Maurice Wilkins ve Franklin’in doktora öğrencisi Raymond Gosling tarafından sürdürülmüştür. Bu çalışmalar sonucunda DNA’nın A ve B olmak üzere, iki formu olduğu keşfedilmiştir. Bu gelişme, DNA’nın yapısının anlaşılmasında oldukça önemli bir adımdır. DNA’nın sarmal yapısının anlaşılmasına dair ilk ipuçları bu gelişme ile ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu süreçte Franklin tarafından, X-ray yöntemi ile çekilen DNA fotoğrafları ile molekülün gizeminin çözülmesine yaklaşılıyordu. Bu fotoğrafları J.D. Bernal, “herhangi bir maddenin şimdiye kadar çekilmiş en güzel X-ray fotoğrafları” olarak tanımlamıştır.

Franklin, King’s College’da çalışmalarını sürdürürken, aynı tarihlerde, James Watson ve Francis Crick de Cambridge Üniversitesi, Cavendish Laboratuvarı’nda DNA’nın teorik modeli üzerine çalışıyorlardı.

ABD’de Caltech Üniversitesi'nde bir araştırmacı olan Linus Pauling, o dönemde, protein yapıları üzerinde çalışmaktaydı. Pauling, protein çeşitlerinin sarmal yapıda olduklarını kanıtlayan çalışmalar yapmış ve bu dönemde de çalışmalarını, DNA molekülü üzerinde devam ettiriyordu. Pauling, araştırmaları sonucunda, Ocak 1953’te DNA’nın üçlü sarmal bir yapıda, temel bazların ise dışarda durduğu bir modeli DNA modeli önerdi. Ancak bu, doğru bir model değildi.

Bu süreçte Franklin ise, DNA yapısı üzerinde elde ettiği bilgiler ışığında üç makale yazmaya başladı. Bu makalelerden ikisi, 6 Mart 1953’te Crick ve Watson modellerini tamamlamadan bir gün önce Acta Crystallographica dergisinde yayınlandı.

1953 yılının Ocak ayında, James Watson, fikir alışverişinde bulunmak için, beraberinde getirdiği Pauling'in yanlış DNA modeli ile birlikte Rosalind'in yanına geldi. Rosalind ile yaşadıkları tartışmalardan sonra, Watson Wilkins’in yanına gitti. Wilkins, izin almadan Franklin'in çekmiş olduğu en önemli DNA fotoğraflarından biri olan "51. fotoğraf" isimli numuneyi Watson'a gösterdi. Watson, beklediğinden de fazla bilgi edinmiş olarak Cambridge'e geri döndü. Watson, fotoğrafı gördüğü anı, İkili Sarmal kitabında “ağzım açık kaldı ve kalbim hızlı atmaya başladı” şeklinde anlatıyor.

Franklin’in 1952 Mayıs ayında çektiği ünlü 51. fotoğraf. 

7 Mart 1953’te Watson ve Crick DNA modellerini tamamladılar ve Nisan ayında bu çalışmalarını kamuoyuna duyurdular. Önerdikleri DNA modelini yayınlayan Watson ve Crick, makalelerinde dipnot olarak “Franklin ve Wilkins’in yayınlanmayan katkılarından gelen genel bilginin teşvikiyle” şeklinde bir ifade kullanmışlardır.

Franklin, Mart 1953’te King’s College’daki işinden ayrılarak, Birckbeck College’da ünlü bir kristolograf olan J. D. Bernal ile çalışmaya başladı. Birckbeck College’da Franklin, kendi araştırma grubunu kurdu ve çalışmalarını RNA’nın yapısı ve tütün mozaik virüsü üzerine devam ettirdi. Franklin, bu alanda da başarı göstererek birçok makale yayınladı.

1956 yılında, Franklin yumurtalık kanseri olduğunu öğrenmiş ve tedavi görmüştür. Tedavi sürecine rağmen çalışmalarını devam ettiren, Franklin 16 Nisan 1958’de Londra’da yaşamını yitirmiştir. Hastalığının nedeninin uzun süre X-ray ışınlarına maruz kalmasından kaynaklandığı düşünülmüş fakat kesin bir tanı koyulamamıştır. Franklin, genç yaşta hayata veda ederek, DNA’nın yapısının keşfinin kime ait olduğu konusundaki tartışmalara dahil olamamıştır.

Franklin’in ölümünden 4 yıl sonra, 1962 yılında, Watson ve Crick, DNA’nın yapısını keşfettikleri için Fizyoloji ve Tıp Nobel ödülünü almışlardır. Wilkins bu ödüle, DNA kırınım çalışmalarını başlattığı için dahil edilmiştir. Nobel ödülleri, kural gereği yaşayan kişilere verildiği için, Franklin’in ödülde ismi geçmemektedir. Nobel ödül konuşmasında, Watson ve Crick, Franklin’den söz etmezken, Wilkins katkılarından dolayı Franklin’e teşekkür etmiştir.

DNA’nın yapısını aydınlatan ismin kim olduğu konusundaki tartışmaların belki de en önemli sebebi, İkili Sarmal isimli kitabında Watson’un Franklin’den dostça söz etmiyor olmasıdır. Kitapta Watson Franklin’den, problem yaratan, anlaşılması zor ve kendi elde ettiği sonuçları bile yorumlayamayan bir kişi olarak bahsetmektedir. Watson’a karşı olan eleştiriler, yayınlanan Franklin biyografileri ile gelmiştir. Franklin hakkında, 1975’te, yakın arkadaşı Anne Sayre tarafından Rosalind Franklin ve DNA isimli biyografi, 2002’de ise Brenda Maddox tarafından DNA’nın Karanlık Leydisi isimli biyografi yayınlanmıştır.

Rosalind Franklin de ölümünden sonra değeri anlaşılmış bilim insanları arasında yerini almıştır. Çalışmaları tam anlamıyla hakettiği değeri göremese de, tarih onu sayfalarına “DNA’nın karanlık leydisi” olarak yazmıştır.

Kaynak için tıklayınız...

FEN VE TEKNOLOJİ DERSİ YAZILI SORULARININ YENİLENMİŞ

BLOOM TAKSONOMİSİ’NE GÖRE İNCELENMESİ 

yazının tamamı için tıklayınız